Dünyayı saran karanlığa rağmen: Kelebeklerin mirası kadınların eyleminde, düşlerinde
Düşmanlarımızın dost olup safları sıkılaştırdığı dönemde 25 Kasım, emeğimiz, yaşamımız ve özgürlüğümüz için mücadelemizi ortaya koyacağımız günlerden biri olmalı.

Geçtiğimiz ay Türkiye, Mısır ve Katar arabuluculuğunda, Hamas ve İsrail arasında yapılan dolaylı müzakerelerin ardından sözde ateşkeste mutabakata varılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu durumdan oldukça memnun olduğunu ifade ederken İsrail’in ateşkese teşvik edilmesinde “irade” koyduğu gerekçesiyle ABD Başkanı Donald Trump’a teşekkürlerini iletmişti. “Sözde ateşkes” dememizin bir sebebi var. 29 Ekim’de Gazze’deki Sağlık Bakanlığı İsrail ordusunun ateşkesi ihlal ederek Gazze’ye saldırdığını ve 46’sı çocuk 104 Filistinlinin hayatını kaybettiğini açıklamıştı. Keza Sağlık Bakanlığının açıklamasına gerek kalmadan, 21 Ekim’de Netanyahu zaten Gazze Şeridi’ndeki birçok noktayı 153 ton bombayla vurduğunu itiraf etmişti. 153 ton... Dile kolay. Tüm bu yaşananlar, Netanyahu’nun itirafı ve hatta Gazze’ye saldırının devam edeceğine ilişkin talimatına rağmen bilin bakalım kim ateşkesin “ihlal edilmediğini” iddia etti? Trump, Cumhurbaşkanı’nın “biricik” arkadaşı.

Tüm bu sürecin içinde bir de “Gazze Görev Gücü” adı altında, ABD Dış İşleri Bakanı Marco Rubio’nun açıkladığı üzere “İsrail’in rahat edeceği ülkelerden” oluşacak bir birlik söz konusu. Bu birlik, Rubio tarafından Gazze’de güvenliği kontrol edecek “güçlü yetkilere sahip uluslararası bir istikrar gücü olarak tanımlanırken Türkiye’den bu birliğin bir parçası olunacağına ve “Her türlü desteği vermeye hazırız” şeklinde bir açıklama yapıldı. Bilin bakalım bu açıklamayı kim yaptı? Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ın “İhtiyacım olduğunda her zaman yanımda oldu. Bizi asla hayal kırıklığına uğratmıyor” dediği “biricik” dostu.

Ortadoğu’da ve dünyada savaş çığırtkanlığının, ilhakların, çatışmaların emperyalist ülkeler açısından rantın, doğal kaynakların ve eğer kaldıysa ucuz işgücünün paylaşılması temelinde gerçekleştiğini Filistin örneği üzerinden de okuyabiliyoruz. İsrail’in Filistin’de desteklediği ve silahlandırdığı başka bir grubun “yeni Gazze” planını ABD ile neredeyse eş zamanlı şekilde ilan ettiğini, Gazze Görev Gücünün bu bahsedilen yeni Gazze inşasındaki konumunu düşündüğümüzde bunu açıkça görüyoruz: İçinde Türkiye’nin de olduğu çeşitli ülkeleri yönetenlerin binlerce kadının, çocuğun, işçi ve emekçinin kanını henüz emmemiş topraklar üzerinden kendilerine nasıl bir pay çıkacağını ağızları sulanarak beklediğini görmeden edemiyoruz. Pay kapmak için hevesle bekleyenlerin tepesinde ise ABD, “kendisini hayal kırıklığına uğratmama” koşuluyla da eninde sonunda kendisinin kontrol edeceği payları nasıl dağıtacağının planını yapar halde. İsrail’in ABD’nin çıkarlarına uygun bir biçimde Gazze’de soykırım uygulaması ve Ortadoğu’da Filistin’i destekleyen çeşitli ülkelere yönelik askeri müdahaleleriyle birlikte de Ekmek ve Gül’de savaşın özellikle kadınları nasıl etkilediğini tartışmıştık: Ölüm, cinsel şiddet, zorunlu göç, yoksulluk, açlık... Ancak işin özüne indiğimizde, savaşın temelinde yatan kaynakların paylaşımı ve kontrolü, emperyalistlerin sınırsız büyüme refleksi ve Türkiye burjuvazisi gibi işbirlikçilerin pay kapma hamleleri, sıcak çatışmanın dışında da dünyadaki ve Türkiye’deki işçi ve emekçi kadınlara da benzer bir yol çiziyor.

Meşruiyet madalyası

Tüm bu yaşananlardan yaklaşık bir ay önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan, tam altı yıl sonra ABD’ye Trump ile görüşmek için gitti. Trump ile görüşmesinden birkaç gün önce ABD’li yatırımcılarla bir araya gelen Cumhurbaşkanı, yabancı yatırımcılar için Türkiye’yi “cazip kılacak” adımlar atmaya devam ettiklerini ve hükümet olarak “özel sektörün önünü açmak için her türlü desteği” sağladıklarını ifade etmişti. Keza yeni orta vadeli programda da kamu kaynaklarının halka değil, şirketlere harcanacağı açıkça itiraf edilmişti. Trump ile görüşmesinde ise F-35 anlaşması, F-16 savaş uçağı ve Boeing uçakları alımı, ABD’den likit doğal gaz alımı, yeni nükleer anlaşması masaya yatırıldı. Milyarlarca liralık bir alışveriş söz konusuydu. Enerji ve savaş sanayi, bunların yanı sıra henüz bilmediğimiz envayi çeşit şey üzerine yapılan anlaşmalardan Trump oldukça memnun kalmış olsa gerek ki Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Çözüm olarak ona meşruiyet vermeliyim” ifadelerini kullandı. Yani gerek başka bir ülkenin topraklarında yapılan katliamın bir parçası olmak, gerek Türkiye’deki tüm kaynakları emperyalistlerin önüne sererek hizmet etmek, saray düzeninin işbirlikçisi olduğu ABD emperyalizminin ve kendi çıkarları çerçevesinde işçi ve emekçi kadınların boğazına daha fazla çökebilmek için “meşruiyet” alabilmesini sağladı.

Tüm bunlar bizi nasıl etkileyecek?

Peki bu ne demek? Memleketin suyunu, toprağını, havasını maden şirketlerinin hizmetine sunan Maden Yasası alelacele Mecliste kabul edilirken toprağına sahip çıkan İkizköylü kadınların polisten şiddet görmesi ve bunun meşru görülmesi demek. Tokat’ta, İzmir’de, memleketin dört bir yanında işçi kadınların Zara, Levi’s ve envayi çeşit yabancı şirketlere üretim yaparken beş kuruşa; hakaretler, meslek hastalıkları, taciz ve şiddet altında; güvencesiz bir şekilde çalıştırılmaya zorlanması; sendikalaştıklarında, gördükleri şiddete karşı mücadele ettiklerinde de devlet şiddetiyle karşılaşması ve bunun meşru görülmesi demek. Rojin’e ne olduğu saklanırken devlet kurumlarının türlü türlü operasyonlar çevirmesi ama Rojin’in sıra arkadaşları onun ölümü aydınlatılsın diye bir araya geldiğinde yine devlet şiddetiyle karşılaşmaları ve bunun da meşru görülmesi demek. Silahlanmaya milyarlarca lira harcanırken çocukların bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek hakkına, kadınların şiddete karşı korunmasına, işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarına bütçe ayrılmamasının meşru görülmesi demek. Cinsiyet eşitsizliği derinleştirilirken her yıl yüzlerce kadının katledilmesi ve devletin bu konuda kılını kıpırdatmamasının meşrulaştırılması demek.

Türkiye’de ABD ile işbirliği içinde olan tekelci sermaye ve onun en gerici temsilcisi olan tek adam iktidarının, kadınların nefes bile alamayacağı bir durumu yaratmasının, faşizmin kurumsallaştırılması için atılan adımların meşru görülmesi demek.

Yüz yıllardır süren mücadele

Emperyalizmin işçi ve emekçi kadınları mahkum ettiği karanlık yalnızca bu son yıllarla sınırlı değil. Yıllardır dünyanın birçok yerinde emperyalist kuşatmalar ve emperyalizmin beslediği otoriter rejimler Afganistan’dan Arjantin’e, Suriye’den Ukrayna’ya birçok yerde işçi ve emekçi kadınların yaşam haklarını gasbetmeyi ve karşısında mücadele etmek isteyen, ses çıkartan kadınları da şiddete mahkum etmeyi, katletmeyi sürdürdü, sürdürüyor. Ama aynı zamanda, Dominik’te 30 yıl süren diktatörlüğe karşı can pahasına mücadele ederken diktatörlüğün emriyle tecavüz uğradıktan sonra vahşice katledilen Mirabel kardeşlerin; Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nü gerçekten bir mücadele günü yapan mirasları da bugün dünyanın dört bir tarafındaki kadınlar tarafından taşınmaya devam ediyor.

25 Kasım’a yaklaşırken şiddete bir de buradan bakalım. Dünyanın dört bir yanında sermayedarlar kendi kârları ve bu kârları garanti altına alan hükümetlerini korumak için işçi sınıfına mensup geçen herkesi yok edecek bir biçimde hareket etmeye meyilli. Türkiye için de bu durum oldukça geçerli. Durum böyle ise mücadele de ilk elden sorumluluk işçi ve emekçi kadınlarda!

Tüm bu tablo, yazıyı okuyanların içinde bir yandan bir öfke bir yandan da bir çaresizlik oluşturuyor olabilir belki. Dünyayı kuşatan koskoca bir sistem... Bu sistem karşısında fabrikada kafasını kaldırmadan çalışmak zorunda kalan, şiddetle hayatı kısıtlanmış, ertesi gün nasıl hayatta kalacağını bugünden hesaplamak zorunda kalan kadınlar ne yapabilir?

Mücadele edelim ama nasıl?

Bugün işçi ve emekçi kadınların kendi hakları için verdikleri her mücadele bu dünya sisteminin ve bunun Türkiye’deki işbirlikçilerinin ayakta kalmasını sağlayan kolonlara birer darbe. Kendi mahallesindeki okulun açılması için imza kampanyası düzenleyen, buna karşı mücadele eden kadınlar sermaye iktidarının elindeki bütçeyi kadınların ve çocukların ihtiyacı için kullanmaya zorluyor. İş yerinde insanca yaşanılabilir bir ücret ve onurlu çalışma koşulları için bir araya gelen, grev yapan, sendikalaşan kadınlar; hayatı onlar için çekilmez kılan sermayenin ve onun iktidarının gücünü kesiyor kendi emeğinin karşılığını talep ederek. Rojin gibi yüzlerce kadının ölümünün aydınlatılması, kadınların şiddete karşı korunması için yasaların uygulanmasını ve daha fazlasını isteyen kadınlar, sermaye iktidarının öyle istediği gibi at koşturamayacağını, kadınların ölüm korkusuyla bastırılamayacağını göstermeye çalışıyor yönetenlere. 11. Yargı Paketi’ne, aile yılının aldatıcı politikalarına karşı mücadele eden kadınlar, iktidarın işçi ve emekçiler arasında oluşturmaya çalıştığı kutuplaşmaya ve sermaye iktidarının kadınların yatak odalarında dahi “onlara çalışmasını” sağlamayı garanti altına alacak düzeyde vahşileşmesini önlemek için bir araya geliyor. Tüm bu mücadeleler, gittikçe saldırganlaşan sermaye düzeninin ayakta kalmasını sağlayan birçok kolona vuruyor. İşte yapılabilecek ve yapılması gerekenlerden biri bu; şiddeti hayatın her alanında, sokakta, iş yerinde, evde üretenlere karşı kendi talebi için mücadele etmek. Ancak balyozumuzun hedefi olması gereken çok daha büyük bir kolon var; eşitlik, ekmek, barış ve özgürlük mücadelesini bunları ellerimizden alanların suratında patlatmadıkça bu kolonlar sağlamlaşmaya devam edecek.

Emeğimiz ve özgürlüğümüz için 25 Kasım’a

Bugün iktidar, faşizmi adım adım kurumsallaştırırken bu düzeni ayakta tutan kolonları sağlamlaştırmasının önündeki en temel engellerden biri kadınların mücadelesi. Bu yüzden iktidarın saldırıları doğrudan kadınlara yöneliyor; kadınların örgütlenme hakkından yaşam hakkına kadar her şeye müdahale ediyor. Üniversitelerde kadın topluluklarının kapatılması, Rojin Kabaiş gibi genç kadınların ölümünün karanlıkta bırakılması bu politikaların birer sonucu. Aynı saldırı OVP ile birlikte kamusal harcamalarda yapılan kısıtlamalar, açılmayan ilkokul ve ortaokullar, yetersiz kreşler, ücretsiz yemek hakkının gaspıyla da sürüyor. Bütün bunlar, kadınların yaşamını daha da zorlaştırıyor; çocukların, emekçilerin en temel haklarını ellerinden alıyor. Bütçenin halka değil savaş ve sermayeye ayrıldığı bu düzende en büyük yük yine kadınların omuzlarında taşınıyor.

Ama biliyoruz ki kadınların mücadelesi bu düzenin dayanaklarına her gün güçlü darbeler indiriyor. İş yerinde, okulda, mahallede bir araya gelen kadınlar hem kendi hayatlarına sahip çıkıyor hem de bu sömürü düzenine meydan okuyor. Bu yüzden bugün her zamankinden fazla birleşmeye, yan yana durmaya ihtiyacımız var. Tüm mücadelelerimizi; liselerden, üniversitelerden, mahallelerden, iş yerlerinden şiddete, yoksulluğa, eşitsizliğe karşı, ekmek ve barış için birleştirdiğimizde, bu düzenin duvarlarını sarsacak gücü büyütebiliriz. Bu 25 Kasım’da, emeğimiz, yaşamımız ve özgürlüğümüz için mücadelemizi ortaya koyacağımız günlerden biri olmalı. 

Çizim: Aslı Nur Danış- Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Korkusuz bir hayatın yolu bizim adımlarımızda

Gücümüzü, parçası olduğumuz sınıfın tarihsel dönüştürücü gücünde bulacağız. Korkusuz, güvenceli bir hayatın da yolunun bunun adımlarını atmaktan geçtiğini bileceğiz...

Dosya| 25 Kasım’a giderken sermayenin şiddeti

25 Kasım’a giderken bugün şiddetin temelindeki unsurları incelemek ve önümüze mücadele rotamızı güçlendirmek amacıyla bu dosyayı hazırladık.

Birimizin değil, hepimizin hikayesi: ‘Hayata 10-0 yenik başlamışım’

‘Meral’in bu çektikleri biter mi? Sanmam çünkü bu düzende Meral sadece yaşadıklarını anlatabilmiş biri.’


Editörden